|
İlkokula yeni başladığım zamanlar, öğretmenimiz "herkes bi şarkı öğrenip gelsin bakalım" demişti. Eve gelip "baba bana bi şarkı öğret, öğretmen istedi" dediğimde, yörük çocuğu babam, torosunun torpido gözünden çıkardığı Neşet kasetlerinden birinden "haydar haydar" öğretmişti bana. Ertesi gün sınıfta herkes "mini mini bir kuş", "minik kurbağa kuyruğun nerede" minvalinde şarkılar okurken, ben "kâh çıkarım gök yüzüne" diyor, "melamet hırkası" okuyordum. Öğretmenimin yüzündeki şaşkınlık ve hayreti, arkadaşlarımın yüzündeki garip bakışları hâla hatırlarım. Hayatımda öğrendiğim ilk şarkı olmuştu.
Gün geldi, zaman geçti, biraz daha büyümüştüm. Ufaktan batı müziğine hayranlık başlamıştı. Aklımızca, kızlara daha iyi hava atıyorduk o şarkılarla. Kendi sevdiğimiz şarkılardan kasetler doldururduk. Yaylaya, uzun yola giderken de bir şekilde babamın arabasındaki o "köylü kasedini koymasın" diye kendimizce o kasedi torpidoya koyar, bizim kasedi teybe koyardık. Belki 1, 1.5 saatlik yolda "güzel" müzik dinleriz derdik. Tabii babam hemen bizim kasedi çıkarır, yine torpidodaki o abdal oğlunun kasedini koyardı. Çok sinirlenirdik. Sinirlene sinirlene o türküleri dinlerdik.
Lise yıllarında ise, artık müziklerin sözlerine de dikkat etmeye başlamıştım. Garip bir şekilde içten içe sevmeye başlamıştım bu gara suratlı abdalın şarkılarını. Aşık olmadan, aşk acısı yaşıyordum resmen. O gün bugündür de neredeyse her gün bir Neşet türküsüyle kimi zaman hüzünlenir, kimi zaman da evin içinde tek başıma oynarım.
Üniversitede, aile ve arkadaşlardan ayrılıp, bunun üstüne bir de gurbet eklenince tam bir Neşet'çi olmuştum.
Üniversiteden sonraki ilk zorlu İstanbul günlerinde de en büyük sığınaklardan birisi olmuştu Neşet. Cebimde kalan bir kaç lirayla gider internet cafede Neşet dinler, pansiyona geri dönerdim.
Lise yıllarımda çok istememe rağmen ailemin bana almadığı bağlamayı da alacak para biriktirmiştim bu sürede, hatta askerden önce 1 aylık bir kursa gitmiş, ufaktan tıngırdatır olmuştum. Araya asker ve sonrasında zorlu iş hayatı girince bağlamam maalesef duvarda bir süs olmaktan öteye gidemedi.
Asker dönüşü İstanbul'da bir Neşet konseri olduğu duyduğumda, dünyalar benim olmuştu. Yaşayan efsaneyi canlı dinleyecek ve belki elini öpecektim. Konserine gidip canlı dinledim, alkışlamaktan avuçlarım patlamıştı, hayatımın en güzel konserindeydim. Neşet bir tele vuruyor insanlar boynunu büküp ağlıyor, bir tele vuruyor insanlar göz yaşlarını silip oynamaya başlıyordu. Konser sonunda "gideyim ustayı kuliste bir göreyim" için ise garip bir şekilde cesaretimi toplayamadım. Bu cesarete ancak 5. konserinde sahip olabilidim. Gittiğim 5. konseri (sanırım 'iş sanat'taydı konser) çıkışında kulise doğru yöneldim, bu sefer görecektim. Bir anda benim gibi 50 kişi birikti kulis önünde, yalvar yakar teker teker almaya başladılar insanları. Sıra bana geldiğinde kalbim duracaktı. O kadar laf hazırlamıştım ama dilim tutulmuştu. Elini öpmeye niyetlendim "biz eli öpülecek saygıyı haketmiyoruz, onu analarınız babalarınız hakediyor" demiş, elini öptürmemişti. Daha sonra okuyup öğrendiğime göre bunu neredeyse hiç yapmıyormuş "insan, insanın önünde eğilmesin" diyormuş.
Ondan sonra bir kaç konserine daha gittim üstadın. Kartal'daki halk konserinde, 2000 (muhtemeln daha fazla) kişiyi Kırşehirin Gülleri'yle oynatmışlığı var. Sakalında piercing olanın metalcisinden elinde kara kara yağ olan sanayicisine, mini eteklisinden baş örtülüsüne, albinosundan zencisine herkes oynuyordu. O an "lan savaş mavaş neymiş. Gelsin kürdü türkü, illimünatisi ergenekoncusu, şakirdi laiki geçsin Neşet'in karşısına, o patlatsın bi "Benim Yurdum" bak bakalım kalıyor mu dargınlık küslük diye düşündüm.
Ama usta yaşlanıyordu. Gittiğim konserlerde durmadan 3 saat bağlama çalabiliyordu ama konser sonlarında bitkinliği gözlerden kaçmıyordu. Son 2 senedir de hastalığı biraz daha artmış, hatta son aylarda İzmir'deki bir hastanenin onkoloji bölümünde gözetim altına alınmıştı. "Lan ben dururken Neşet gider mi bu yalan dünyadan" diyordum ki... gitti. Ama ölmedi, hakka yürüdü. Zira Yunus Emre'nin de dediği gibi "ölen hayvan imiş, aşıklar ölmez".
Uzun süredir ağladığımı hatırlamıyordum ki son 2 gündür gözümde yaş sel oldu. Baya "Osman'ım başın sağolsun"lu taziye telefonları, taziye mesajları alır olmuştum. Bu kadar sevdiğimi belli etmiş miyim bu gara suratlıyı?
Daha sonra "Cenazesi Kırşehir'de babasının 'ayucunda' defnedilecek" haberini aldıktan sonra gittim otobüs biletimi aldım, daha önce hiç gitmediğim Kırşehir yollarına düştüm. Verilmiş sadakam varmış ki 1 saat önceki otobüse binmemişim. 8 saatlik bir yolculuğun ardından Kırşehir'e vardım. Her yer Neşet posterleri ile donatılmış, her dükkanda Neşet çalıyor. Hatta şehir hoparlörlerinden Neşet türküleri havalanıyordu.
Sabah boş vakitte gideyim "sazın ulusu" Muharrem Ertaş'ı bi ziyaret edeyim dedim, Bağbaşı'na gittim. Muharrem ustanın evini uzaktan gördüm, kabrinde bi fatiha gönderdim. Hemen biraz altında Çekiç Ali'ye de "sarı yazma"lı bir fatiha gönderdim. Bu sırada birileri "bir gazma, bir kürek almış, Neşet'imin mezarını kazıyor gayrı". "O kocaa çınar, sığar mı lan 2m^3'e, az daha geniş kazın" diyecektim, diyemedim. Daha sonra cenaze namazının kılınacağı Ahi Evran Camiinin olduğu meydana gidip, çay bahçesinde 2-3 saat Neşet dinleyip çay içtim.
İkindi ezanı yaklaşınca etraf kalabalıklaşmaya başlamıştı. Sonra polis kontrolünden geçip avluya girdik. Biraz bekledikten sonra cenaze arabası yanaştı. Etraftaki insanlar "vay Neşet'im gelmiş" diyip alkış tutmaya başladı. Önce "cenaze ile alkış" ikilisini yan yana koyamasam da Neşet'in aslında ölmediğini dolayısıyla alkıştan daha güzel bir karşılama olamayacağını hatırladım. İnsanların gözünde Neşet'in durduğu yer musalla taşı değil baya sahne. "Ayaklarınızın turabı, gönüllerinizin hızmatçısıyım, izninizle şu üstümdeki kefeni çıkarabilir miyim?" diyecek diye bekliyoruz hepimiz.
Daha sonra ünlü erkanı görünmeye başladı, ben kalabalıktan hiçbir şey göremesem de. İnsanlar "vay X'de gelmiş la bak hele" ile başka dünyalara gitmişken ben "lan sahnede Neşet varken, başkasına bakılır mı?" diyordum içimden.
Daha sonra devlet erkanı da katıldı, cenaze namazımızı kıldık, üç kere "hakkımızı helal ettik" (ne hakkımız varsa). Daha sonra Neşet musalla taşından cenaze arabasına kondu ve Bağbaşı'na doğru yola çıktı. Biz bu arada avluyu terk ediyorduk yavaş yavaş ki, birisi "ölüm vuruşu yaptı". Gitti hoparlörden, Neşet'in, babası Muharrem ustanın ölümünün ardından yaktığı "Ay dost deyince"'yi çalmaya başladı. O kadar insanın içinde göz yaşlarıma daha fazla engel olamadım. Sen sazın ulusunun oğlunu, gönül delisinin oğlunu, Muharrem ustanın "sazının emanetini" neyledin dünya?
Gözüm yaşlı, kulağımda Neşet türküleri, cenaze arabasının arkasından 2-3 km kadar yürüdükten sonra mezarlığa vardık. Kalabalıktan ben tabutu bile göremedim. Dualar edildi, ayetler okundu, ve Neşet de "kara toprağa" kavuştu. Kalabalık ufak ufak dağıldıktan sonra gideyim kabrine bir bakayım dedim, toprağına bakarak, ağlayarak bir fatiha daha gönderdim. O sırada daha önce sözlükte okuduğum bir şey geldi aklıma. Şimdi münker-nekir hesaba çekecek ustayı hızlıca, sonra "patlat bi bozlak" diyecekler diye düşünüp otobüsüme binip Istanbul yollarını tuttum.
Yolda düşündüm, "Neşet'in hayatımdaki yeri ne kadar büyük" diye, hani derler ya "o olmasa hayatımda büyük bir boşluk olur" diye, bende durum biraz daha farklı, o olmasa, ben olmam. Bende sevdiğiniz ne varsa çoğu ondan. Sevmediğiniz ne varsa da çoğu onun gibi olamamamdan kaynaklanıyor.
Artık "ayaklar turabsız, gönüller hızmatçısız" kaldığına göre, sazlar ağlasın, dünya da durup düşünsün "ben neyledim" diye. |
|
27.Eylül.2012 Perşembe
:: 01:18:03 |
61733 kere okundu |
|
|
Takvim |
|
|
< Ekim 2024 > |
P | S | Ç | P | C | Ct | Pz |
| 1 | 2 | 3 | 4 | 5 | 6 |
7 | 8 | 9 | 10 | 11 | 12 | 13 |
14 | 15 | 16 | 17 | 18 | 19 | 20 |
21 | 22 | 23 | 24 | 25 | 26 | 27 |
28 | 29 | 30 | 31 |
|
|
|
|
|
|